“Bir Varsın Bir Yoksun”luktan Hareketle Remains to Be Seen ve A Silent Day
Ece Akın • 24.06.2022
I. Remains to Be Seen’e Çağrışımlar
Hasara uğratılmış akışkan imgelemlerin idiyosenkrazisi, lacivertten açılan siyahların,
siyahlardan açılan kızılların buğusunda, organizmanın iki bilinen odağında bir ara geçişi tarif
ediyor, tasvir ediyor ve ölüm ile yaşam arası sekmelerin bir tasnifini sunuyor. Eritilmişe göz
kırpan triptik döngü, çözülmüş alımlamalarda hem kendisini hem de bizi paramparça ediyor
bir anlamda. Ve yine bir anlamda, filmin ilk saniyelerinde gözü uyuşturacak estetizmle
parlayan halojenürün kırılganlığı nefesimizi parça parça kesiyor, öngörülemeyen bir zamanda
ait olunacak belirsiz buğuda tamamlılıkla kesilene dek. Bu neticesine ket vurulamayan
cazibeli süregelimin temsiliyetine bizler, on yedi dakikalık bir teslimiyetle karşılık veriyoruz.
Stan Brakhage’ın övgüyle andığı nadide filmlerden biri Remains to Be Seen: Phil Solomon’un
annesinin anısıyla bütünleşiyor; on yedi dakika on iki saniye boyunca film tarafından
alıkonulan gözlere, hayatlarında bir noktada terk ettikleriyle dolu olan. Ve bütün akış
boyunca oluşup yok olan nefes kesici hatıralar perspektifi ve nefesin tam karşılığıyla, bir
organizmadan beklenilecek şekilde, kesildiği dokusal mevcudiyet eşliğinde oluveriyor bütün
bunlar. Yitip gidenlerin sürgüsü selüloit dokuya yerleştikçe ve yaş aldıkça, yaş alanların
anımsama arayışında hatıraları arasında yol çekmeye başlanıyor. Ne yanına aldığı ufuğun ne
de üstünde ilerlediği düzlemin seçilebildiği görüngüde ilerleyen bisikletlinin çektiği yol, varlık
ile yokluk arasında gidip gelen ve kesinkes ardalanan, kaçamayacağı bilinciyle kendini
bırakmış ve sıyırmış anılar somutlaştıkça bütün kulağa çalınan kuş ve nabız, dalga ve nefes
seslerinden bir figürasyonu topluyor. Her an görmekte ve işitmekte olana, hesapsız
dağılımlar ve vaziyeti belirsiz aralıkların arasında nefes aldığından emin olmaya çalışana
organizmanın seslerini hapsediyor; sıkışmanın ve kıstırılmışlığın bir canlı organizma
tarafından varılmak üzere olunan harabesini kuşatıyor.
Remains to Be Seen’le henüz ilk kez karşılaşmışken, filmin üzerimdeki etkisi zihnimde
durulana kadar ufalanmış fikirsizlikler ve bağırmadan susma isteğiyle, susarak çağırma
isteğiyle karalamıştım bir şeyler. Karaladıklarım filmin kimyasal sızıntıları optik süzgeçten
geçirmesinden öte ve deneysel filmin materyal imgelem armağanlarını hisse ve hissizliğe
bırakmasından hareketle bir araya gelmişti. İnternetin bir köşesine şunları yazıp atmıştım, o
dönem tutunduğum Jack Sels’in Minor Works’ünü kaçıncı kez olduğunu bilmediğim bir sefer
dinlerken: “İçimdeki sökülmüş durumla etkilenen, yaşamaya dair her başlıkta zaman ve
mekânın sorunsallarından kaynaklı yutulan bunalmışlık, istemsizlik hâlinin bir süre sonra
dönüştüğü hissizlikten zevk almam yine bir hisse bağlı olduğumu gösteriyor.” Buradaki
hissizlik tarifi her an olası ve bir gün mecburi olan âni hissizliğe yitirilmenin yahut kavuşmanın
bu kadar estetik yansıtılmasına karşı olan şaşkınlığımla birleşmişti. Bir varsın bir yoksun, var
olanlar yokluğun sınırında, yokluktan haberdar fakat geçen her bir saniye hayatlarında daha
önceden hiçbir şey duymamış gibiler. Ve yok olanlar formlarını arkada bıraktıklarıyla, geride
kalanlar için değiştiriyor bir anlamda. Ve yine bir anlamda, geride kalanlar değişiyor.
Değişiyor ve aynı zamanda hiç değişmiyor; çünkü değişimi gözleyecek olan kimse kalmıyor.
Solomon’un imajlarındaki küçük değişimlerin varyasyonlarını ve kişisel ikronografisinin
kırıntılarını, ekranın her bir tarafına sahici bir tutuculukla yedirilmiş parça parça elementlerle
yakalıyorum. Zihni darlayan seslerin ve göze hitap eden kesiklerin örtüşmesinin gürültülü
sessizliği içime işleniyor: Bir ileriki günün ölümünün vakti geldiğinde zorunlu olanın yapısı
gereği sessizliğiyle ve bu esnadaki kulak tırmalayan kalabalık inlemeleriyle.
Bu kadar net fakat bu kadar buğulu, en iyi hâliyle öngörümüz olduğunu iddia edebileceğimiz
“bir varsın bir yoksun”luk ifadesi Phil Solomon’un ellerinde belirsiz ilerleyişin efsununa
dönüşüyor. Analojik yığınların birbirini kovalamalarını bir çatlamış pencere arkasından
gözlercesine bizler, bisikletlinin hareket ediyor oluşuna rağmen olduğu yerde saymasının
evrilişine alımlanıyoruz, ölümden arta kalanların ve onların bundan önceki buluntusunun
tınlamasına izin verir şekilde. Filmin yapısının bozulmasına, daha isabetli bir ifadeyle yeniden
şekillendirilmesine imkân tanıyan halojenürün deformasyonundan kare kare seçilmiş bir ev
ve evin çevresindeki tek tük ağaçların imgelerinin, birkaç şuursuz siluetten ibaret figürlerin
mavi yerde dikilmekte olduğu hâlinin bütün bir emülsiyonda illüzyondan hâllice akışta
sürmesi ne bir tesadüf ne de izleyici ile anlatıcı arasında ortak duyguların kaçınılamayacak
şekilde paslaşılmasının bir paydası. Zira çoktan sönen ve sönmekte olanı unutmamaya
yönelik bir bekleyiş var. Çürüme ve anmaya, hatırlama ve unutmamaya dair süreli bir
duy(g)usal simya, özünün izlerine katlana katlana birikiyor: Kuşların sanki dalgalar üzerinde
kanat çırparken kaydedilişine kadar süregelen yabancılık ve endişeli kompozisyon ümide
yönelik çok sesli köklenmeye bırakıyor kendini, belli belirsiz duyulan “It’s going to be alright”
temennisiyle.
Arta kalanlar yok olmaya yüz tutarken ve film sonlanmaya saniyeler sayarken, çürüme ve
anma, hatırlama ve unutmama hâllerinin yaratımsal birliği, bütün kendiliğindenlik süresince
yaşamın bir denginde gördüklerimizin mazisinden bir parça olduğunu düşündürüyor:
Geçmişte bir esnada karşımıza çıkanların, kısa süreli etkileşimlerin yahut uzun uzadıya
görüşlerin ne kadarını hakikaten içimize gömebildiğimize, hatırımızda tutabildiğimize dair
durgun bir algılamaya çevriliyor. Remains to Be Seen’den gözlerimin seçtikleri, hâliyle öznel
bir edinimin karşılığıyla, yok oluşun ve yitirme ile yitirilmenin süzgüsündense unutulmaya yüz
tutulanların hiçliğe sürüklenmemesi adına sarf edilen efora, hatırlama ve anımsamayı
arzulayacaklarım üzerine düşünsel bir yorgunluğa bırakıyor kendini. San Francisco’dan
1967’de bir albüm çıkararak müzik kariyerinden çekilmiş psikedelik rock grubu The Serpent
Power’ın bir şarkısı vardır, adı “Forget” olan. Bir aşkın sonlanışı ve bir ayrılığa dairdir bu parça
işin aslı ve filmle de, benim bir hayli öznel eşleştirmem haricinde, bir bağıntısı yoktur. Fakat
bir söz geçer ki parça boyunca, katiyen öylesine gelip geçmez. Bu söz konusu yazının
eşelediği bütün bağlamın aksine o, öylece gelip geçenlerden değildir. İnsana dokunur ve
dokundukça, dillendirildikçe parçalar insanı bu söz. Hem Remains to Be Seen’den geriye
bırakılanları anımsatır hem de bunların filmin sonlanışıyla beraber zihindeki çağrışımlarını
seslendirir: “Unutacağımı hatırlar mıyım?”
II. A Silent Day’e Kısa Değinimler
Kırmızı rujun film şeridi üzerinden dosdoğru sürümüne, kallavi bir yüzleşmenin seyrine
kapılıyoruz. Zamanın akışında şuursuz bir gözlemci, ölümün(ün) gözlemcisi. Ölümden
kaçarken kendini gözlüyor ve yanından eksik etmediği 8mm’den bakışlarıyla bir anlık belli
belirsiz hafıza yoklamasının, var olan ya da olmayan hatıra çatlamalarının peşinde olup biteni
gözlemliyor. Bir an arkasına, diğer an yanına ve zaman zaman da karşısına aldığı canlılığın
yitirilmesi hâlinde kapılacağı karanlık sanrıya maskesiyle ilişiyor. Nitekim kendinden bir parça
değilmişçesine kestirilemez bir son ihtiva ediyor bütün bu kamerasıyla turlamaları.
Gördüklerinin çektiklerinden çekip çıkarılmış yarı-kurgusal bir parça olup olmadığı
kuşkusunda, bilinçaltına özün yitiminin girmesinin ardından gerçeklik ile gerçeklikten
sayılmayanın izini sürüyor.
Takashi Ito film boyunca yoğurduğu tereddütü ve kısaca yapım aşamasına dair düşüncelerini şu şekilde açıklıyor: “A Silent Day adlı 1999’da yaptığım bir film, bir kızın yaşam ve ölüm arasında sallanırkenki huzursuz ruh hâlini tasvir ediyor. Bu film o zamanki kendi dengesiz zihinsel durumumu yansıtıyor. Üç yıl geçti ve bu filme sakin bir şekilde baktığımda, aklımda bir soru belirdi: ‘Ya A Silent Day adında film yapmaya çalışan bir kızın hikâyesini yazarsam?’ Kendini öldürmek için atlayışının gerçek mi yoksa sadece yaptığı filmdeki kurmaca bir olay mı olduğunun belirsiz olduğu yeni bir son yaratarak, son temamı yani kurgunun ve gerçekliğin erimesini ve içinde yaşadığımız dünyanın belirsizliklerini ifade etmek istiyorum.” Hakikaten de Ito, karakterin delüzyondaki tek tük manevralarda yakaladıklarını haklı çıkarmaya çalışırcasına bir bulantılı bekleyişiyle, selüloitten uçtu uçacak şerit, kâbusuyla yüzleştiği bir form olarak kuklanın tabağı ve süt kartonlarını patlatan sebepsiz salınımlar üzerinden tansiyonun iterasyonuyla bizi karşı karşıya bırakıyor. Kamerasının üstüne musluktan akan sularla, içinde birikmiş evvel zamanki varlığının andacını ve mekanizmanın ta kendisini yitiriyor. Küvette gözleri kapalı dururken çiçekler yanı başında soluklanmış, başka bir tarihte bir mermerin hizasında yer alacakları güne kadar… Yapımın bir tanımlanabilir narasyondan uzaklığı da bu anlamı ve gidişatı belirsiz sekanslarda, yer yer sinirin ve sabırsızlığın, yer yer de dinginliğin ve durağanlığın fotoğrafçının arzusuna serilmesiyle karşılık buluyor. Birkaç dakikalığına dahil olduğumuz film şeridindeki rasgelelikler, bir hayli farkla daha uzun süreli dahil olduğumuz yaşamın merkezinde var edilen rasgeleliklere atıfla bir orada bir değil. Bir var bir yok.